Nefis Londra Sokaklarının Kucakladığı 2 Ayrı Dünya: Bridgerton ve Enola Holmes

Siyah bir kraliçe, ışıl ışıl İngiltere toprakları, şaşalı kıyafetler ve kibar Britanya İmparatorluğu’nun arasına sıkışmış aşk hikayeleri. 2020 yılının kapanışında Netflix’in izleyiciye sunduğu bir Londra dizisi, Bridgerton.

Geçtiğimiz Aralık ayında gözler önüne serilen Bridgerton, Netflix’te 82 milyon izlenmeyi geçip rekor kırarak kendi kurduğu imparatorluğunun başına geçti. Amerikalı roman yazarı Julia Quinn’e ait bir kitap serisi olan Bridgerton’ın uyarlanması; önceliği diziyi izlemiş olan seyircilerin, yazarın kapısını çalmasını sağladı. 

Quinn, kendisine uyarlama için teklif götüren ünlü senaryo yazarı, yönetmen ve yapımcı Shonda Rhimes’in haberini aldığında; Starbucks’ta kahve içip yazı yazmaya çalıştığını, teklif sonrası neredeyse tabureden düşeceğini bir röportajında dürüst ve sempatik bir şekilde anlatıyor.

Nihayetinde bu, bir aşk romanı yazarının başına gelebilecek en romantik ve çılgın teklif!

Britanya İmparatorluğu’nun 1813 yıllarını sahneye getiren dizi; toplumsal sınıf normlarını, bu sınıflara duyulan isyanı, halkın ve sosyetenin hayat tarzını dikkat çekici bir şekilde bizlere yansıtıyor. İngiliz Kraliyet Sarayı’na bu denli yakından bakmak epey heyecan verici bir hâl alıyor.

Ekran başında ilk sezonla karşı karşıyayken muazzam kostümlerin, duru bir güzelliği olan başrol oyuncularından Daphne’nin, akıcı ve kulağa bir müzikali andıran İngiliz aksanının arasında dans ederek bir leydi gibi izlediğim bu sosyetik dizi, elbette tavsiyelerim arasında yer alıyor.

Aynı zamanda tüm bu şaşanın ve gösterişin ardından izleyiciye göz kırpan mühim ve leziz bazı detaylar da yer alıyor.

19.yüzyılda, dev bir imparatorluğu yöneten kraliçenin siyahi olması ve aşka daima kapısını açık tutma cesareti, en hoşuma giden noktalar olarak hem benim kütüphanemde hem de tarihin asla eskimeyen altın varaklı kütüphanesinde yer alıyor. Kraliçe Charlote, siyahilerin yalnızca köle olduğu bir dönemde tahtından halkına göz kırpan güçlü bir karakter olarak, dizide ve tarihte bizlere can alıcı elbisesiyle selâm veriyor. Saray halkının tarifine göre geniş bir burna ve melez ırk özelliklerine sahip olan kraliçe için “çirkin” iddiası yer alsa da, kendisinin güçlü, mağrur ve cesur duruşu hâlâ konuşuluyor. İngiltere Kralı III. George, hayatının çocuklarının büyümesinden sonraki sürecinde delirmesi ile, kraliçenin tüm bu olanlara nasıl göğüs gerdiğini insana düşündürüyor.

Sonrasında ise, kendisinin güçlü bir kadın olduğu akla geliyor.

Aynı dönemi ele alan diğer dizi ve filmlerdeki “kar beyazı” karakterlerin yerine Bridgerton’da başroldeki bazı oyuncuların siyahi olması, izleyiciyi heyecanla ekran karşısına oturtuyor. 

Güçlü, korkusuz ve özgür yaşamak isteyen birçok karaktere sahip olan dizi, içerik bakımından diğer dönem dizileri ve filmleriyle farklı bir savaşa girip yer yer kazanarak cepheyi terk ediyor.

Tüm bunların yanında dizide kazanan, kaybeden, övülerek yahut yerilerek anılan, arzulanan, istenmeyen, dimdik duran ya da el pençe divan hareket eden kadın karakterleriyle epey sevilen Bridgerton, birkaç ay önce izleyiciyle buluşan Enola Holmes filminin başrol oyuncusu Enola’yı da bu güçlü kadın karakterlerin yanında görme arzusunu izleyicide oluşturuyor.

Yine bir kitap serisi uyarlaması olan Enola Holmes filmini izleyiciler ve okuyucular, elbette Bridgerton ile konu ayrılıkları bakımından aynı kefede incelememi çok da mantıklı bulamayabilirler. Zira dışarıdan bakıldığında tek ortak noktaları, bu iki yapıtın da Londra’da nefes almış olmaları ve Britanya İmparatorluğu’nda yaşamalarıdır. 

Ancak yalnızca dışarıdan bakıldığında…

Amerikalı yazar Nancy Springer tarafından 2006-2010 yılları arasında 6 kitap şeklinde bir seri olarak kaleme alınan Enola Holmes’un 2020 yılında izlenilen filminde, elbette ilk dikkat çeken Sherlock Holmes’u canlandıran Henry Cavill oluyor. 

Lâkin dediğim gibi, ilk bakıldığında…

Filmde zeki ve güçlü bir anne rolünü canlandıran Eudoria Holmes, 1880 yıllarında bulunabilecek en bilinçli ebeveyn rolüyle de hem Enola’nın hem de izleyicilerin kalbinde tahta sahip oluyor. Filmin başlayışı ve Enola’yı dedektiflik yapmaya sürükleyen konu annesinin bir sabah aniden ortadan kayboluşu oluyorken, Eudoria Holmes’un bu işi bilinçli yaptığı filmin sonunda fark edilip kendisine bir kez daha saygı duyulmasını sağlıyor.

Farklı konularda kamera önüne geçmiş olan bu iki yapıtın izleyicide oluşturduğu enteresan bir etki var: ana konuların izleyiciye yabancı gelecek kadar şu anki dünyadan uzaklaşmış olması.

Bridgerton’da yer alan güçlü ve istediğini yapmakta özgür kadınların kendi çağlarında yer yer dışlanıp yer yer arkalarında durulması 2021’de izleyicinin bu tabloya aşık aşık bakmasına sebep oluyorken; Enola karakterinin cesaretine duyulan yegâne saygı, artık film ve dizilerde geçen bu detayın ütopik hâle geldiğini fark ettiriyor.

Bu durum ise koca Britanya İmparatorluğu’nun bile dünyanın ekvatorunda yer alan bu acı tabloya şaşkınca bakmasına neden oluyor. 

Ayrı dönemler, ayrı hikâyeler, ayrı detaylar ancak büyüteçle bakılınca ortak olduğu fark edilen yegâne noktalar…

Asırlar geçti. Kraliçeler tahttan indi, krallar delirdi. Devran döndü. Üzerinde güneş batmayan imparatorluklar yıkıldı. Kuruldu. Bir kadın istediği her mesleği yapacağını belki gördüğü bir dünya filmde izledi, belki istedi ancak kesinlikle yaptı. Bir kraliçe oldu, bir dedektif olarak sokaklara düştü, bir çiftçi olup toprağıyla ilgilendi. Değişmeyen, yıkılamayan, teknolojiyle gelişemeyen, iki günde bir ekranlara düşen tek olgu tüm bunları “kabullenememek” oldu.

Leydiler, dedektifler, gazeteciler, yazarlar, anneler, terziler, ressamlar; ellerinizde. Zarafet ve gaddarlık, iyilik ve kötülük, zalimlik ve masumluk, mutluluk ve öfke, tutku ve şehvet her şey sizin ellerinizde.